Soru: Kur’an kültürünün oluşmasında sahabenin rolü nedir?

Cevap: Sorunun cevabına geçmeden önce bir hususa dikkatlerinizi çekmek isterim; Kur’an ve sahabe söz konusu olduğunda bunu mutlak anlamda kültür olarak değil de bir sıfat ilavesiyle “Saf Kur’an Kültürü” şeklinde adlandırmanın daha doğru olacagını düşünüyorum. Çünkü; murad-ı ilahînin bir milletin duygusunu-düşüncesini yönlendirmesinde; onun hemen her meselenin anlaşılması ve her problemin çözümü için müracaat edilecek dupduru bir kaynak halinde kabulünde sahabinin eşi-menendi yoktur. Onlar her anlarında, hatta oturma, kalkma, yeme, içme gibi en tabii insanî hallerinde bile Kur’an yörüngeli, murad-ı ilahî eksenli bir hayat yaşamışlardır.

Şöyle denilebilir: Sahabe günlük hayatlarının devamı adına gerekli olan icmalî bilgiyi iman haline getirmiş, o şekilde algılamış ve benliklerine mal etmişler. Sonra bu imanlarını tefekkürle açarak daha geniş bir ilmî çerçeve içine almışlardır ki buna ikinci derecede bir ilim veya marifet haline gelmiş bilgi denebilir. İşte bu bilgi, sahabeyi Allah’a kurbetleri oldukça derin insanlar haline getirmiştir. Tabiin ve tebe-i tabiin döneminde de büyüklüklere açık, hatta o büyüklük ufkunu yakalamış olan nice insanlar vardır ama hiçbirisi Kur’an’ı sahabe ölçüsünde saf ve duru olarak anlayamamış, hayatlarına mal edememiş, hepsinden önemlisi şuur altı müktesebat haline getirememişlerdir.

Bu ufka ulaşmada sahabenin, Kur’an’ın her zaman her zemin ve her konuda yeterliliğine inanmış olmalarının büyük rol oynadığına inanıyorum. Kanaatim o ki, bu ölçüde bir saf Kur’an kültürünün temin ve temsili onlardan sonra kimseye nasip olmamıştır.

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir: Sahabe fetih sürecinde tanıştıkları dış kültürlerden hiç mi etkilenmemiştir? Ölünceye kadar o seyri hep muhafaza mı etmişlerdir?

İçlerinde elbette etkilenenler olmuştur. Fakat genelde Sahabe-i Kirâm, Allah Rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraberliklerinden olsa gerek inandığı şeye çok iyi inanmış ve inandığı değerleri bozacak şeyleri o müthiş feraset ve marifetleri ile hemen ayırt edebilmişlerdir. Aslında bu noktada da sahabeye ait bir farklılık hemen göze çarpmaktadır. Ehlinin malumu olduğu üzere psiko-sosyologların bir tesbiti vardır: “Galip milletler çok defa coğrafî açıdan genişler ama temelde ruh ve kültür dünyaları açısından işgale uğrarlar.” Yani fethettikleri ülkelerdeki hakim kültürün etkisi altında kalırlar. Sahabe-i Kirâm bu genel tesbitin dışındadır. Onlar çok azı müstesna bırakın fethettikleri yerlerin kültürlerinin tesirinde kalmayı kendi kültürlerinin taşıyıcılığını ve temsilciliğini yapmışlardır o diyarlarda.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hayru’l-kurûni karnî ellezî ene fîhi, sümme’llezî yelûnehum sümme’llezî yelûnehum – En hayırlı asır öncelikle benim içinde bulunduğum şu asırdır; sonra onu takip eden, sonra onu takip eden asırdır.” hadisine bir de bu zaviyeden bakmak lazım.

Evet, Sahabe-i Kiram Kur’an’ın Allah’tan geldiğine aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıyor ve ona çok güveniyorlar. İşte bu inanç ve güven Kur’an’ın hakiki anlamda temel kaynak halinde algılanmasının nedeni oluyor. Karşılarına çıkan en küçük problemlerde bile hemen o kaynağa yöneliyorlar. Böylece saf Kur’an kültürü oluşuyor. Mesela, Seyyidina Hazreti Ömer evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyor -Ömerce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında halife düşünmüştür-. O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın; “Ya Ömer! Senin bana ulaşmayan bir başka bilgiyle Efendimiz’den duyduğun bir şey mi var? Çünkü Kur’an’da Allah “Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran” diyor. Demek ki kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer hiç tepki göstermeden o kadının itirazını yerinde buluyor ve kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun.” diyerek sözünü geri alıyor.

İşte saf Kur’an kültürü derken kastım bu idi. Hazreti Ömer’de gördüğümüz Kur’an’ın karşısındaki bu teslimiyet, sahabenin hepsinde vardı. Bana göre bu teslimiyet, bu kabullenme hem Kur’an’ın, hem de Efendimiz’in bir mucizesidir.

Bu mucizenin oluşmasında sahabenin ümmiyetinin rolü olduğunu unutmamak lazım. Yalnız ümmiyet derken kasdım okuma-yazma bilmeme değil, o güne kadar olan hayatlarında dış dünyanın kültürlerine karşı yabancı ve kapalı olmalarıdır. Yani Yemen, Mısır, İran, Hindistan vb. yerlerde yaşayan insanlara nisbetle kadim kültürlerle, dinlerle ilişkileri yok denecek kadar azdı sahabenin. Dolayısıyla zihinleri temizdi, diriydi ve duruydu. Kur’an’ı anlama ve yorumlama mevzuunda başka kaynaklara müracat etmiyorlardı. Bu, o tertemiz Kur’an havuzunu bulandırmama adına çok önemli idi. Çünkü insanlar, farkına varmasalar da düşünce yapılarını oluşturan temel felsefeye göre konuşur, yazar ve yaşar. Dolayısıyla dıştan bizi tanımayan ama beslendiğimiz kaynaklara da vakıf bir insan herhangi bir yerde ve herhangi bir mevzu hakkında ileri sürdüğümüz bir görüşten hareketle bizim hakkımızda belli bir kanaata sahip olabilir. Mesela siz bir yerde: “Allah celle celâluhû çok mucizeler gösterir, böyle harikalarla bizi kendisine davet eder, fakat bütün bütün aklın elinden ihtiyarı da almaz.” deseniz, Külliyat’ı azıcık okumuş bir insan, Bediüzzaman’ın “Akla kapı açar fakat ihtiyarı elden almaz.” sözünden hareketle sizin beslenme kaynağınız hakkında tahminde bulunabilir.
İşte bu anlamda, yani yabancı kültürlerin tesirinde kalmama anlamında sahabe ümmi idi. Bu ümmiyetin sahabeye ait saf Kur’an kültürünün oluşumundaki katkısı inkar edilemez. Nitekim bu saflardan saf durumun bozulmasında Yahudi ve Hıristiyan kültürü ile yetişmiş insanların etkisi çok büyüktür. Üstad’ın, “Ka’bu’l-Ahbar müslüman olurken, onun mâlumat-ı sabıkası da müslüman olmuştur.” tespiti bu noktada çok önemlidir.

Aslında burada İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “İnnâ ümmetün ümmiyyetün..” yani “Biz ümmi bir ümmetiz…” hadisini de zikretmek gerekir. Bence bu hadisi okuma yazma bilmeme şeklinde değil, başkalarına ait bilgi kırıntılarıyla zihnin, hafızanın kirletilmemiş olması şeklinde anlamak lazım. Yoksa Araplar duyduklarını unutmayan çok zeki bir kavim. Bir gün boyunca hiç ara vermeden cahiliye dönemine ait şiirleri okuyanlar var. Hazreti Ebubekir gibi soy ağacını belki 20-30 nesil geriye götürerek ezbere sayanlar var. İrvaz b. Sâriye’nin rivayet ettiği; “Efendimiz Sabah namazını kıldı, çıktı minbere, konuştu konuştu; öğlen vakti geldi, namaz için ara verdi. Sonra İkindi’ye kadar yine konuştu. İkindi’yi kıldı, Akşam’a kadar yine konuştu…” hadisindeki o konuşmaların hepsini hafızasında tutup kelimesi kelimesine bize rivayet edenler var. İşte bu anlamda ümmi olan bir ümmet. Başka kültür, başka anlayış, başka mantık ve başka felsefelere itibarları yok. Kur’an bize ve her şeye yeter mülahazası ufuklarını kaplamış.

Kaynak: Kırık Testi (www.herkul.org) M.Fethullah Gülen